16 Şubat 2012 Perşembe

bir bardak çay da benim için dök, sonra aborjinleri konuşacağız

‘Anlatmak keşke uzakları yakın yapabilse ya da dokunmasak da öyle uzak, bir daha asla kendisi olamayacak, hatırlanacak ama başka başka, aynı kokacak bir hikaye, bir kadının bir kenti terk etmesi gibi mi kalsa? bilmiyorum, cevaplar değil aradıklarım, kokladıklarımı hatırlıyorum, belki de kentlerden giden kadınları söylüyorumdur.

İşte bu bir hikayenin başlangıcıdır, diğer bütün hikayeler gibi, ben ne anlattım onlar neler anladılar' ın, senin sıradan yokluğunun, di' li geçmemiş zamanda yazılmaktan başka yolu kalmamış bir hikayenin başlangıcı…

Gece kaldırım gibi yüzüyle bağırıyor, pencerenin altından taş atıyor, çık dışarı diyor, kapışalım. Aklından geçenleri biliyorum. Asla olmayacak, çünkü hayat değil sen kötüsün, güvenilmezsin diyor, çıkarma beni yukarıya diye hırıldıyor, erkek ol diyor. Cama çıkıyorum, bir taşla beni tam alnımın ortasından vuruyor.

Alnımın ortasında açık bir yarayla düşmeye başlıyorum, gözlerimin önünden hiç bir görüntü, hiç bir anı geçmiyor, hissizliğime şaşırıyorum düşerken. Canım acımıyor, ellerim acıyor yanımda düşen sıcaklığına tutunmaya çalışırken. Beni özleyip özlemediğini düşünüyorum, sigara içtiğin zamanları, karpuz yemelerimizi, İstanbul’ u, sokağındaki incir ağacını hatırlıyorum, sonra çok insanlı bir bunaltıyla yere kapaklanıyorum, her yer karpuz çekirdekleriyle kaplanıyor. Birden yaz oluyor, sonra birden kış, mevsim olaylarıyla oyalanırken kırık bedenimi yerde bırakıp apartmana yürüyorum, ev sahibim kirayı soruyor, göz ucuyla kitaplara bakıyorum, kilo işi satsam belki diye fısıldıyorum.

Kapıyı açtığım zaman gece’ yi evde beni beklerken buluyorum. Bir bardak çay da benim için döküyor, halının üzeri fal oluyor. Bir dergah resmini izler gibi kıpırtısız bakıyoruz. Sonra neden ayaklanıyorum, kağıt kalem, bir dünya haritası, biraz kraker ve bir kestane çekirdeğiyle geri dönüyorum. Sehpanın üzeri öğlen uykuları öncesi kreş masalarına benziyor. Kanapeye yeni çarşaflardan seriyorum, biraz susuyoruz, cebinden tütün ve biraz da karanfil çıkarıyor, elleri bembeyaz görünüyor, sonra tekrar beyaz… Gözlerim kamaşıyor, alnım kanamaya devam ediyor.

Televizyon kumandası cam sehpanın üzerinden bana bakıyor, televizyon gece’ ye, Zarife boşluğa, Erman ve gece birbirlerine bakarken içeri odadan bulutlu, kanatlı, acıklı bir Hendrix şarkısının belli belirsiz ezgisi geliyor. Evi yakmaya içeri odadan başlayalım diyorum, sonra komşuları vururuz, balkondaki çiçekleri toplarız, Aslı’ ya bir mektup daha yazarız, onu da ‘seni seviyorum’ diye bitiririz. Bu sefer geniş zamanda söyleriz ama, olmaz mı diye soruyorum.

Kafası atyor gece’ nin, haliyle etimi ısırmaya başlıyor. Tekerlemeleri can yakıyor. Kıpırtısız duruyorum, yazı masamın yerini değiştiriyorum, ev çocuklardan ibaret kalıyor. Erman hep kucak istiyor, küçücük çünkü, annesi yok, hakkı olan sıcaklığı biliyor, Zarife’ yi annesi sanıyor, bazen de sevgilisi, ev arkadaşı, kardeşi, uzak ülkesi, bir türlü dönemediği mutluluğu, geçmiş rüyalarının tamamı sanıyor, bizim gibi, seninle ben gibi ya da benim düşündüğüm seninle ben gibi…

Mutfaktaki kitapları bir tek sen ve ben okuyoruz, notlar alıyoruz, aldığımız notlardan zehirli mektuplar yazıp birbirimize gönderiyoruz. Pencereden düştüm diyorum Erman’ a, gördüm diyor.

Bir tek mutsuzluğumuzu konuşuyoruz. Telefonda sorular soruyoruz, çamaşır yıkayıp ütü yapıyoruz, aynı tabaktan yemek yiyoruz, kitaplar satın alıyoruz, hikayeler ve haber bültenleri yazıyoruz, satmak için yazdıklarımız da var ama biz en çok satamayacağımızdan emin olduklarımızı yazmayı seviyoruz, aşk ölmüyor çünkü, etimi ısırıyor geceleri.

Sabaha karşı uyanıp salona geçiyor aşk, bir sigara yakıyor, uzun uzun dumanını izliyor, kahve içiyor, camdan bakıyor. Yanıma dönmüyor, sabah erkenden çıkıp gidiyor. Çalışmadığını biliyorum, bu kadar saat soğukta ne yapıyor acaba diye düşünüyorum, iş üstüme daha fazla yükleniyor, ben zaten ne zaman aşk’ ı düşünsem birileri olmadık bir laf ediyor. Sen oku diyesi yazılmış şeyler, masalardaki adın, hepsi hazırlıksız bir taraflarımdan vurmak için sıraya giriyor, böyle zamanlarda meyhanede kavga çıkıyor, sarhoş olmasam da saldırıyorum, küfrediyorum, dayak yiyorum.

Bağışla beni, hala en çok seni konuşuyorum, şiir topluyorum, bağırıp çağırıyorum, da.. Gelmiyorsun..

Küsüyorum.

Çok düşünme diyorlar, otobüslere bin, yeni kıyafetler al, defterlerini yak …
Tamam diyorum, öyle olsun, bu sefer susalım, otobüslere binelim, evimizden Kızılay adımla 15 dakika nasıl olsa. Yürürken sevmediğim her sokağa savaş isimleri koyasım geliyor. Tamam diyorum, Erman gömleğimin içine saklanıyor.

Anası babası olmayan çocuklar atlasında susuyorum, bazı geceler gerçekten öksüz, gerçekten erkek, gerçekten hırsız, gerçekten dinsiz oluyorum, tanrı bile inanmıyor artık söylediklerime, etimi ısırıyor tanrı, işte o an allah oluyor, peygamber oluyor, imam oluyor, aborjin oluyor, kutsal bir şeyler oluyor işte. Babam parkın ortasında bir görünüp bir kayboluyor (ne iyi adamdı babam).

Çocuğum. Kardeşimin çocuğu oluyorum, aşk başkasına kaçıyor, ben başka bir tarafta sızıp kalıyorum...

Gelmesem de olur diyorum, yine gitmeyi becerememenin bahanesi bir mutsuzlukla sarmalıyor bugün' ü, ben dün kime küstüğümü bile hatırlamak istemiyorum. Hayata kızıyorum, kalbimi kırıyor çünkü, çok işim varken oysa, yaşanması gereken bir hayatım, bitirilmesi gereken işlerim, değiştirilmesi gereken çarşaflarım varken’.


Msd/ 2012 Ankara


Z isimli hikayeden…

15 Şubat 2012 Çarşamba

Şerafettin Nami' nin hikayesi ve canlı yayında tarih güncellemesi üzerine bir paragraf

''Şerafettin Nami, büyük adamdı. Rakının yanında sadece yoğurda talim edebilecek kadar büyük. Ufacık bir burnu, ayrık göz yuvaları, 40 senelik bir deri ceketi ve tam 3000 adet kitabı vardı. Sırf bunlar için bile büyük adamdı. Bir de mercekler, sayısı belirsiz, yüzbinlerce mercek ve sayısız kundaklama girişimi vardı, birkaçı başarılı olmuştu, Tophane’ de çıkarttığı yangını meyhanede kutlamıştık, haberlerde adı geçmiyordu ama onunla gurur duyuyorduk, ne de olsa televizyonda canlı yayınlanan bir şeyler yapmıştı: Mercekle başlatılan 150 senelik bir tarih katliamı… Neresinden baksan kutlamaya değer bir olaydı. Sonraki yıl benim evi yakması için sözleşerek şiir filan yazmaya devam ettik. Büyük adamdı.

Neyse.''

msd/2012 ankara


*Hayat Dublör Kullanmak İçin Çok Kısa adlı hikayeden.

13 Şubat 2012 Pazartesi

rüzgarlı halimle çıkardın beni sokaklara
üstüm aklım karmakarışık

aşk ı diyordun
yeni anladım yazmaya
bahçede fazlalık bir gelin başı
boş zarflara şiir yazıyordun da
ondan mı geç kalıyordu her ekim kasım a biraz yoksa

yollar ı diyordun
yeni başladım anlatmaya
saçların gibi uzuyordu ayrılık

...................
....................
.....................
......................




gerisi o barın en arkasında... beni çatlak elli yokluğunla bırakıp gittiğin masada.



selçuk
2012 ankara

12 Şubat 2012 Pazar

Şimdi seni arasam kızarsın, bu saatte, gece, gündüz, yaz ya da eski bir zaman, kızarsın… valizleri toplarsın bahar sonrası, şehir sessiz olsun da adım atamasın diye, bahçe kapılarında bekletirsin bizi, atlılar koştururlar odalarımızda, kimse yüzümüze bakmaz, bunalırız, öksüzlük gibi bir şey olur gün ama asla sessizlik gibi değil…

Şimdi seni arasam… kızarsın… sana yine hikayeler anlatırım, sokakları, insanları anlatırım, tutamaz kendini gülersin, yine aramam için cesaret verirsin de… aradığımda yine kızarsın…
Yoksa yağmalanıyor mu şehrimiz? Birileri caz mı çalıyor sokak ortalarında? Bilemiyoruz, biz bu şehirde, kıpırtısız, telaşsız, kavga dövüş… seni çok özlüyoruz… görsen kıskanırsın bizi; iki yanımızda iki kedi, dünya umurlarında değil sanki, yarınki yemekten başka ne ki dertleri?

Şimdi seni arasam?...

ben seni seviyorum diye' si

Ben seni seviyorum diye bütün kapılar erken çalınıyor, şehirden birileri daha gün doğmadan ayrılıyor, eksik kitap sayfaları ve kaybolan kalemlerin hepsi kanape altlarında bulunuyor, ağaçlar ve mevsimlerin ipuçları, güzel kadınlar, bar sandalyeleri, gece yarılarında eve dönmelerinin yorgunluğu, hiç para kazanılamamış bir günün hikayesi bile okunabilir oluyor. Böyle işte… Hepsi ben seni seviyorum diye…