felluka
22 Kasım 2013 Cuma
yorgan kaybolan içinde kumanda erguvan da bir mevsimdir yeşil için çok geç
yorgan içinde kaybolan kumanda gibi, saatinin yerini senden başkasının bilmediği bir sabah gibi güncel bir şey de olabilir yalnızlık. uyanmak için aydınlığa ihtiyacımız yok, yeşil herkes için aynı rengi göstermiyor mesela. tabelalar ve sokak isimleriyle yürüyoruz şehirleri, anlamadığımız daha neler var bir bilebilsem... sana isimler, şehirler ve erguvanlar getirebilsem. göl olsa apartmanlarımız, sokağında içtiğimiz yılları komşulara unutturabilsem... ah benim cahil gençliğim... nasıl bu kadar hoyrat yaşadım seni... bunu kendime anlatabilsem.
21 Kasım 2013 Perşembe
29 Temmuz 2013 Pazartesi
bir zamanlar...
bu gece de ben,
şanslıydım, ölmemekle.
biraz daha kalacağım, bu belli.
kimsenin hikayesi kadar da güzel ve çekici olmayacak hikayem.
kendimden başka her şey geçti aklımdan,
hiç öyle anlatılan gibi değil,
oldu bitti diyeceğiz sanırım sonunda.
hepsi bu.
bir de bulutlar
gökyüzüne baktın mı bu gece?
nasıl bir kızıl...
sana yazmıştım
''denizi arkana alınca kızıllaşan saçınla...''
diye,
sen başkasına yorduydun da
neyse...
çimenler buz,
parkları da boşadım bu gece,
kuş gibi hafifim.
alkole de bulandı burnum ama
bilirsin işte;
kendime gülüp oyalanıyorum..
söz...
bu son,
bir daha yok ne yazı,
ne mektup,
ne telefon...
nasıl bir kızıllıksa öyle...
ben yokken,
kendini sakın.
erken sinirlenme,
sigarayı bırak (en azından günde iki tane)
rakıya iki buzdan fazlasını ekleme,
bir de uzun masaların olsun,
bizim olan bütün güzel masalar
senin olsun.
bağlanma bu şehre,
seni bitirmesine izin verme,
temenni değil bunlar;
yazana değil,
yazılana işte...
neyse ne...
hoşçakal...
m.
şanslıydım, ölmemekle.
biraz daha kalacağım, bu belli.
kimsenin hikayesi kadar da güzel ve çekici olmayacak hikayem.
kendimden başka her şey geçti aklımdan,
hiç öyle anlatılan gibi değil,
oldu bitti diyeceğiz sanırım sonunda.
hepsi bu.
bir de bulutlar
gökyüzüne baktın mı bu gece?
nasıl bir kızıl...
sana yazmıştım
''denizi arkana alınca kızıllaşan saçınla...''
diye,
sen başkasına yorduydun da
neyse...
çimenler buz,
parkları da boşadım bu gece,
kuş gibi hafifim.
alkole de bulandı burnum ama
bilirsin işte;
kendime gülüp oyalanıyorum..
söz...
bu son,
bir daha yok ne yazı,
ne mektup,
ne telefon...
nasıl bir kızıllıksa öyle...
ben yokken,
kendini sakın.
erken sinirlenme,
sigarayı bırak (en azından günde iki tane)
rakıya iki buzdan fazlasını ekleme,
bir de uzun masaların olsun,
bizim olan bütün güzel masalar
senin olsun.
bağlanma bu şehre,
seni bitirmesine izin verme,
temenni değil bunlar;
yazana değil,
yazılana işte...
neyse ne...
hoşçakal...
m.
18 Nisan 2013 Perşembe
üzgünüm, elimden kendim için de senin için de daha fazlası gelmiyor, o kadar çokuz ki, toplansak hükümet oluruz, dağılsak bir kıtayı tıka basa doldururuz. acını hafifletmez ama;
babam öldüğünde
sadece özledim
öyleydi çünkü...
neyi, nereyi, neyimi özlediğimi bilmeden özledim
kimse parklara ismini vermedi
trafik durmadı
yas ilan edilmedi
kar dinmedi
öyleydi çünkü
annem bu kadar türküyü
öyle sessiz sessiz söylemeyi
ne zaman becerdi
annemin ismi de hiçbir parka verilmedi
çünkü annem türküleri parklardan daha çok sevdiğini
babam ölünce öğrendi
...
m.
ikibinonüç-anadoluhisarı
babam öldüğünde
sadece özledim
öyleydi çünkü...
neyi, nereyi, neyimi özlediğimi bilmeden özledim
kimse parklara ismini vermedi
trafik durmadı
yas ilan edilmedi
kar dinmedi
öyleydi çünkü
annem bu kadar türküyü
öyle sessiz sessiz söylemeyi
ne zaman becerdi
annemin ismi de hiçbir parka verilmedi
çünkü annem türküleri parklardan daha çok sevdiğini
babam ölünce öğrendi
...
m.
ikibinonüç-anadoluhisarı
17 Nisan 2013 Çarşamba
bildiğim bütün masallar
Kırmızı Başlıklı Kız masalını düşündüm dün, uzun uzun, bir türlü sonunu hatırlayamadım, emin olamadım, bütün masallar birbirine karıştı zihnimde, Pamuk Prenses, Küçük Prens, Star Wars, Green Grass, Masumiyet, Turist Ömer Uzay Yolunda, Süper Baba ve Şerafettin Nami...
Dedemi en çok böyle zamanlarda anımsıyorum, sebepsiz, zamansız, bir an' a asılı duran görüntüler, sesler, anılar, renkler, sözcükler, müzik, güldüklerimiz, yüzlerimizden hiç silinmeyecek kırgınlıklar, insan olmanın atlası gibi sanki bozukluklar, bir insandan diğerine giden en kısa yol, yollar, kediler ve köprüler, kurbağalar... bütün bunlar işte...
Dedemi en çok böyle zamanlarda anımsıyorum, sebepsiz, zamansız, bir an' a asılı duran görüntüler, sesler, anılar, renkler, sözcükler, müzik, güldüklerimiz, yüzlerimizden hiç silinmeyecek kırgınlıklar, insan olmanın atlası gibi sanki bozukluklar, bir insandan diğerine giden en kısa yol, yollar, kediler ve köprüler, kurbağalar... bütün bunlar işte...
11 Nisan 2013 Perşembe
kedinin uykusu
Çok kalabalık yazıyorsun dedi...
Anlaşılmak için değil, anlatmak için yazıyorsun çünkü.
Yazmak için yazıyorum dedim. Anlatmak hatiplerin, anlaşılmak peygamberlerin işiydi...
Sesi çatallaşmıştı, sakalları uzamış, saçları karışmış... Yüzü yorulmuş, parmak uçları bana dönmüştü, duvarda asılı duran resmi şiir gibi bilirdi, ezberinden okurdu bazı zamanlar... Kar yağınca susardık, şehirle hasımdık, insanlarla sırnaşık, evlere yabancıydık. İkinci kıştan sonrasını saymadık. Terk edişlerimizi saymadık, geri dönüşlerimizi, eşikleri, insanları saymadık... Ben yazmak için yazıyordum çünkü...
O resimleri ezberliyordu. Kışı sevmiyordum, kediler kayboluyorlardı, o kadar kedi nerede saklanıyordu? Anlamıyorduk. Susmak iyi bir fikir olabilirdi, konuşmakta... Yürümek, koşmak, bulmacalar... Hepsi anlaşılabilirdi... Bir tek yoksulluğu anlayamıyorduk, ne tuhaf bir şeydi mahrum olmak, yok olması...
Saymayı bıraktığımız kıştan iki bahar sonra kitaplarımı yaktım, ardından fotoğrafları, yaz boyu başka raflarda tozlandım... Kedi kış başında diğerleriyle beraber bizi terk etti... öyle sessiz sedasız da değil, sert bir biçimde gitti. Kör bir kedinin yıldızıydı artık Aralık... Bütün kış oturduk, hiç sobamız olmadı, yanmayan bir kalorifer yanan bir sobadan daha iyi değildi elbet ama sevmiyorduk yorulmayı...
Yılın soğuk yüzü hikayelerle geldi, dörtlüklerden fazlasını yazamadım. O cam kenarında oturdu, ben kapıya yakın... kedinin dönmesini bekledim. Bazı günler kar öyle uzun yağdı ki gökyüzü iki gün hiç kararmadı. Her yer buzla kaplandı, caddeler ıssızlaştı, insanlar uykuya daldı, hayat yavaşladıkça yavaşladı... şehir kış başında kör bir kedi tarafından yarı yolda bırakıldı...
Güldüğümüz zamanlarımız da oldu, ağır ağır soluduk, her yan is kokuyordu. Güzel filmler izleyesimiz vardı, filmleri eskiciye verip bir kaç çamaşır mandalı aldığımızı unutup saatlerce kaset aradık... bulamadık...
Çok kalabalık yürüyorsun dedi.
Varmak için değil, kalmak için yürüyorsun çünkü...
Yürümek için yürüyorum dedim... Varmak yolcuların, kalmak esnafların işiydi...
Ben canım istediği için yürüyordum... O geçen kış bırakmıştı adımlarını saymayı, okumayı unuttuk, yazmaya boş verdik, susmayı beğenmedik, konuşmayı beceremedik... Kör bir kediye sebep olmuştu kış, huzursuz etmişti... Bahar sağır bir kediyle geldi, inadına günlerce konuştuk...
Onu yanlış anlamıştım, kediye kızmıyordu, şehire ya da mevsime de kızmıyordu... Bütün öfkesi banaydı. Benim suskunluğum yüzünden gitmişti kedi, ben resimleri sevmiyorum diye... anlamıyorum diye... sıkıldığı için... İstemese de kızıyordu bana, düşünmeden edemiyordu...
Çocukluğum kedilerden uzak geçmişti, mesafeliydim, ya da endişeli ya da korkuyordum düpe düz... Fark etmez... Çocukluğum kedilerden uzak geçmişti... Sanki geçmişe inat kaçıyordu kediler evlerimden, sağırı kaçıyordu, körü kaçıyordu, yavru olanı ölüyordu... Hayat intikamını benden kedilerle alıyordu...
Gitsinlerdi... Özlemiyordum...Ben kapıyı gören koltukları seviyordum, bundan kediye neydi?
Yaz başında O da gitti... şehri terk etti... şehir yaz başında bir adam tarafından terk edilmişti...
m.s.d
beş kasım ikibindokuz /Ankara
(Baransel' e ve kediye yazılar...)
Anlaşılmak için değil, anlatmak için yazıyorsun çünkü.
Yazmak için yazıyorum dedim. Anlatmak hatiplerin, anlaşılmak peygamberlerin işiydi...
Sesi çatallaşmıştı, sakalları uzamış, saçları karışmış... Yüzü yorulmuş, parmak uçları bana dönmüştü, duvarda asılı duran resmi şiir gibi bilirdi, ezberinden okurdu bazı zamanlar... Kar yağınca susardık, şehirle hasımdık, insanlarla sırnaşık, evlere yabancıydık. İkinci kıştan sonrasını saymadık. Terk edişlerimizi saymadık, geri dönüşlerimizi, eşikleri, insanları saymadık... Ben yazmak için yazıyordum çünkü...
O resimleri ezberliyordu. Kışı sevmiyordum, kediler kayboluyorlardı, o kadar kedi nerede saklanıyordu? Anlamıyorduk. Susmak iyi bir fikir olabilirdi, konuşmakta... Yürümek, koşmak, bulmacalar... Hepsi anlaşılabilirdi... Bir tek yoksulluğu anlayamıyorduk, ne tuhaf bir şeydi mahrum olmak, yok olması...
Saymayı bıraktığımız kıştan iki bahar sonra kitaplarımı yaktım, ardından fotoğrafları, yaz boyu başka raflarda tozlandım... Kedi kış başında diğerleriyle beraber bizi terk etti... öyle sessiz sedasız da değil, sert bir biçimde gitti. Kör bir kedinin yıldızıydı artık Aralık... Bütün kış oturduk, hiç sobamız olmadı, yanmayan bir kalorifer yanan bir sobadan daha iyi değildi elbet ama sevmiyorduk yorulmayı...
Yılın soğuk yüzü hikayelerle geldi, dörtlüklerden fazlasını yazamadım. O cam kenarında oturdu, ben kapıya yakın... kedinin dönmesini bekledim. Bazı günler kar öyle uzun yağdı ki gökyüzü iki gün hiç kararmadı. Her yer buzla kaplandı, caddeler ıssızlaştı, insanlar uykuya daldı, hayat yavaşladıkça yavaşladı... şehir kış başında kör bir kedi tarafından yarı yolda bırakıldı...
Güldüğümüz zamanlarımız da oldu, ağır ağır soluduk, her yan is kokuyordu. Güzel filmler izleyesimiz vardı, filmleri eskiciye verip bir kaç çamaşır mandalı aldığımızı unutup saatlerce kaset aradık... bulamadık...
Çok kalabalık yürüyorsun dedi.
Varmak için değil, kalmak için yürüyorsun çünkü...
Yürümek için yürüyorum dedim... Varmak yolcuların, kalmak esnafların işiydi...
Ben canım istediği için yürüyordum... O geçen kış bırakmıştı adımlarını saymayı, okumayı unuttuk, yazmaya boş verdik, susmayı beğenmedik, konuşmayı beceremedik... Kör bir kediye sebep olmuştu kış, huzursuz etmişti... Bahar sağır bir kediyle geldi, inadına günlerce konuştuk...
Onu yanlış anlamıştım, kediye kızmıyordu, şehire ya da mevsime de kızmıyordu... Bütün öfkesi banaydı. Benim suskunluğum yüzünden gitmişti kedi, ben resimleri sevmiyorum diye... anlamıyorum diye... sıkıldığı için... İstemese de kızıyordu bana, düşünmeden edemiyordu...
Çocukluğum kedilerden uzak geçmişti, mesafeliydim, ya da endişeli ya da korkuyordum düpe düz... Fark etmez... Çocukluğum kedilerden uzak geçmişti... Sanki geçmişe inat kaçıyordu kediler evlerimden, sağırı kaçıyordu, körü kaçıyordu, yavru olanı ölüyordu... Hayat intikamını benden kedilerle alıyordu...
Gitsinlerdi... Özlemiyordum...Ben kapıyı gören koltukları seviyordum, bundan kediye neydi?
Yaz başında O da gitti... şehri terk etti... şehir yaz başında bir adam tarafından terk edilmişti...
m.s.d
beş kasım ikibindokuz /Ankara
(Baransel' e ve kediye yazılar...)
bitebilen şehir
yanıyorsun
zorla söyletilmiş bir şeyler donup kalmış yüzünde. orada, çenenin tam altında, sadece güneşin o saatlerinde ortaya çıkan, kızıllaşan ve kaybolan, eksikliğini de bütünlüğün gibi karışıklaştıran, unutturan, unutulan, ömrünün alfabesini bir anahtarlıkla deniz diplerine attıran, saklatan bir umursamazlıkla bir yaz’ dan daha çekilip gidiyorsun.
bana şehirleri anlat demiştin. kimsenin kurduğu, kimsenin yaşadığı, sokakları ve ağaçlarıyla kalabalığı ıslak şehirleri okuduğun romanlar gibi anlatabilir miyim sana?
kimi istiyorsun? o caddeler, o merdiven aralıkları, sevdiğin ressamlar ki hiç anlamamıştık; zaten olan bir şeyin neden çizilmek istendiğini, belki de çizilen istiyordu gerçekten, sevilenin hep sevilmesi gibi .
bu şehir, bitebilen bir coğrafyadır artık gözümde, öğrenciliğin ve çocukluğun ışıltısı yaz ve sonbahar bıkkınlığına bırakmışsa kendini, bütün kedileri sokaklara düşmüş ve bütün çocuklar başka babalara sarılacak demektir bundan böyle.
dipsiz yazıları saatlerce boş gözlerle okumanı seyrettiğim bütün gecelerim, şimdi ömrümden çalınmış, ziyan edilmiş, haksızlıklarımdır gözümde.
yazdıklarımı unut
çünkü
bu şehir
biten bir coğrafyadır
artık gözümde
kim
ömrünü feda etmeye
hazırsa
bu tedirginliğe
yaz
kendini ucuza satmış demektir
uğursuz bir eskiciye!
msd/eylül ikibinon ankara
zorla söyletilmiş bir şeyler donup kalmış yüzünde. orada, çenenin tam altında, sadece güneşin o saatlerinde ortaya çıkan, kızıllaşan ve kaybolan, eksikliğini de bütünlüğün gibi karışıklaştıran, unutturan, unutulan, ömrünün alfabesini bir anahtarlıkla deniz diplerine attıran, saklatan bir umursamazlıkla bir yaz’ dan daha çekilip gidiyorsun.
bana şehirleri anlat demiştin. kimsenin kurduğu, kimsenin yaşadığı, sokakları ve ağaçlarıyla kalabalığı ıslak şehirleri okuduğun romanlar gibi anlatabilir miyim sana?
kimi istiyorsun? o caddeler, o merdiven aralıkları, sevdiğin ressamlar ki hiç anlamamıştık; zaten olan bir şeyin neden çizilmek istendiğini, belki de çizilen istiyordu gerçekten, sevilenin hep sevilmesi gibi .
bu şehir, bitebilen bir coğrafyadır artık gözümde, öğrenciliğin ve çocukluğun ışıltısı yaz ve sonbahar bıkkınlığına bırakmışsa kendini, bütün kedileri sokaklara düşmüş ve bütün çocuklar başka babalara sarılacak demektir bundan böyle.
dipsiz yazıları saatlerce boş gözlerle okumanı seyrettiğim bütün gecelerim, şimdi ömrümden çalınmış, ziyan edilmiş, haksızlıklarımdır gözümde.
yazdıklarımı unut
çünkü
bu şehir
biten bir coğrafyadır
artık gözümde
kim
ömrünü feda etmeye
hazırsa
bu tedirginliğe
yaz
kendini ucuza satmış demektir
uğursuz bir eskiciye!
msd/eylül ikibinon ankara
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)